Théodore Géricault’nun 1819’da tamamladığı Medusa’nın Salı, yalnızca bir tablo değil, insanlık hâlinin en çarpıcı anlatımlarından biridir. Eserin temelinde gerçek bir trajedi yatar: 1816 yazında, Fransa’dan Senegal’e doğru yola çıkan Méduse adlı savaş gemisi, deneyimsiz ve beceriksiz bir kaptanın yönetiminde kayalıklara oturur. Gemi karaya oturduğunda filikalar yetmez, çünkü subaylar ve zengin yolcular kendilerini kurtarmayı tercih eder. Geriye kalan yüz elli kadar insan aceleyle tahtalar, halatlar ve direklerden yapılmış büyük bir salın üzerine yığılır. Bu sal, gemiye bağlanarak çekilmek istenir, fakat kısa süre sonra halatlar kopar ya da kasıtlı olarak kesilir. Böylece yüz elli insan, okyanusun ortasında kaderine terk edilir.
Salda hayat, ilk andan itibaren bir kâbus olur. Ne yiyecek ne de içecek yeterlidir. İnsanlar günler geçtikçe açlıktan ve susuzluktan delirmeye başlar. Güneşin altında kavrulurlar, dalgalarla boğuşurlar. İlk gecelerde bazıları fırtınada denize savrulur, bazıları kavgalarda birbirini öldürür. Günler ilerledikçe çaresizlik dayanılmaz hâle gelir; insanlar hayatta kalmak için korkunç kararlar almak zorunda kalır. Rivayetlere göre cesetler yenilmeye başlanır, kimileri aklını yitirir. Salın üzerinde kalanlar her gün biraz daha azalır, sayı hızla düşer. Başlangıçta yüz elli olan kalabalık, birkaç gün içinde birkaç düzineye iner.
On üçüncü günün sonunda, ufukta bir gemi görünür: Argus. Salın üzerindeki bitkin bedenler birden canlanır. Kimisi bez parçalarını sallayarak umutsuzca işaret eder, kimisi ayağa kalkmaya çalışır ama gücü yetmez, kimisi de hâlâ yerde yatmakta, kurtuluş ihtimaline bile tepki veremeyecek kadar tükenmiştir. Argus sonunda onları fark eder, fakat kurtuluş geldiğinde geriye yalnızca on beş kişi kalmıştır. Bu on beş kişinin de çoğu kısa süre sonra hayatını kaybedecek, yaşanan trajediyi yalnızca birkaç kişi anlatabilecektir.
Bu olay Fransa’da büyük bir skandal yaratır. Çünkü Méduse’nin kaptanı, siyasi ilişkiler sayesinde görev verilmiş deneyimsiz biriydi. Yani felaket, yalnızca doğanın değil, aynı zamanda siyasi kayırmacılığın ve devletin ihmalkârlığının sonucuydu. Halk, yönetimin beceriksizliği yüzünden sıradan insanların nasıl ölüme terk edildiğini görmüş oldu.
Géricault bu hikâyeyi resmine taşırken tarihin büyük kahramanlarını değil, kaderine bırakılmış insanları merkeze alır. Tabloda seçtiği an, kurtuluşun kesinleşmediği o belirsiz zamandır: Ufukta bir gemi görünür ama henüz onları fark edip etmeyeceği bilinmez. İşte bu belirsizlik, tablonun kalbidir. Bir yanda tüm gücüyle ayağa kalkıp bez sallayan figürler, diğer yanda yere yığılmış, umudunu kaybetmiş ve ölmüş bedenler vardır. Umut ile umutsuzluğun, yaşam ile ölümün, insanın direnci ile çaresizliğinin aynı anda hissedildiği bu an, resmin asıl hikâyesidir.
Géricault, bu tabloyu hazırlarken olağanüstü bir çaba göstermiştir. Kurtulanlarla görüşmüş, onların anılarını dinlemiş, gazeteleri ve raporları incelemiştir. Atölyesinde bir marangozun yardımıyla salın birebir kopyasını yaptırmış, fıçıları, direkleri ve halatlarıyla sahneyi yeniden kurmuştur. Daha da ileri giderek morglarda ve hastanelerde kadavra incelemiş, ölümün insan bedeninde bıraktığı izleri çalışmıştır. Bu hazırlıklar sayesinde tablodaki figürler yalnızca resmedilmiş insanlar değil, gerçekten yaşanmış bir felaketin tanıkları gibi görünür.
Bugün Louvre’da bu tabloyu gören izleyici, devasa boyutu karşısında sarsılır. Ön plandaki cesetlerin ağırlığına bakarken insanlığın karanlık yüzünü hisseder, ardından gözleri yukarı çıkar ve salın tepesinde bezi sallayan figürle birlikte bir umut kıvılcımına ulaşır. Medusa’nın Salı, bir gemi kazasının çok ötesinde, insanın en zor anlarda bile yaşama tutunma arzusunun ölümsüz bir simgesi hâline gelmiştir.

0 Yorumlar